Çocuğu ölen anne aklını kaybetti
Yıl: 1985...
Sabah Gazetesi'nin muhabiriyim...
İstanbul Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde, hastane muhabiri olarak görev yapıyorum...
Hiç unutmam bir gece hastanenin aciline yüzü morarmış vaziyette bir bebek gelmişti. Doktorlar seferber olmuştu minik yavruyu kurtarmak için…
İki yakını da genç annenin kollarından tutmuş müdahale odasının kapısında bekliyordu…
Bir süre sonra kapı açıldı. Müdahale eden doktorların hemşirelerin gözlerine bakınca, anlamıştım bir şeylerin kötü gittiğini…
Yavrusunun öldüğünü öğrenen anne; yakınlarının ellerinden kurtulup önünde duran onca sağlık personelini yara yara müdahale odasına girdi.
Hiçbir güç o anneyi tutamıyordu…
Yavrusunun cansız bedenini sıkıca kavrayıp bastı bağrına…
Genç annenin, “O daha çok küçük ölmedi benim yavrum, ölemez..” feryatları yürekleri dağlıyordu…
Acil serviste zaman durmuş, doktorundan hemşiresine herkes ağlıyordu…
Bu olay önemli bir haberdi. Gazetemde yayınlanacak olan fotoğraf karelerinden hatırı sayılı prim bile alabilirdim…
Ama ellerim bir türlü fotoğraf makinemin deklanşörüne gitmiyordu. Bir köşede öylece donup kaldım…
O annenin evlat acısı beni derinden sarsmıştı. Bir hafta kendime gelemedim. Aklım kalmıştı o annede…
Gidip görmek istedim…
O yıllarda çok yoğun iş temposu içindeydim. Akşam saat: 18:00 sıralarında hastanenin acil servisinde görevimin başında oluyordum. Sabaha kadar uyku yok. Hastanenin acil servisine gelen, trafik kazaları, cinayet olayları gibi birçok konuyu takip ediyordum.
Sabah 08.00'de, geceden topladığım haberleri yazmak üzere otobüsle Mecidiyeköy’de bulunan Sabah Gazetesi’nin merkezine gidiyordum. Haberi yaz fotoğrafların laboratuvardan çıkması bekle derken işim en erken saat 12.00’de bitiyordu.
O yıllarda şimdiki gibi çektiğini anında gösteren dijital fotoğraf makineleri yoktu. Fotoğraf makinelerinin haznesinde makaraya sarılı 36 filmlik yani pozluk filmler bulunuyordu. Bu filmler gazetenin fotoğraf laboratuvarında banyo edilirdi. Bu da işin yoğunluğuna göre bir-iki saati buluyordu.
Benim gazeteden eve gitmem en iyi ihtimalle saat 14.00’u buluyordu. Yorgunluktan çoğu zaman yemek yemeden kendimi yatağa atıyordum. Rahmetli annem saat 17.00 gibi beni uyandırıyordu. Bir iki lokma yemek yedikten sonra hastanenin yolunu tutuyordum.
Bir iki saatlik uykuyla ayakta kalabiliyordum…
Demiştim ya ‘Aklım kalmıştı o annede’…
Merak etmiştim. ‘Şimdi ne yapıyor iyi mi?’ diye…
O annenin yaşadığı adresi öğrenmiştim. 3-4 ay sonra bir fırsatını buldum…
Otobüsle Beykoz’a kadar gittim. Yaklaşık 30 dakika yürüdükten sonra evine ulaşabildim. Beykoz’un varoşlarında tek odalı bir yerde oturuyordu.
Uzun uzun çaldım kapıyı açan olmadı. Yan tarafta oturan komşusu yaşlı bir teyze kapı sesini duyup yanıma geldi. Genç anneyi sordum.
Teyzenin iki gözü iki çeşme…
Ne oldu teyzeciğim diye sorduğumda, “Ahhh oğlum ahhh. O kadıncağız çocuğunu kaybettikten sonra, bir türlü kendine gelemedi, aklını yitirdi. Gittiler buralardan. Nereye gittiğini bilmiyoruz”
O an oracıkta yıkıldım. Kızdım kendi kendime… Keşke daha önce gelebilseydim…
Hastane koridorlarında bunun benzeri birçok drama şahit oldum. Çocuklarını kaybeden annelerin feryatları yüreğimin derinliklerine bir ok gibi saplanıyordu.
Yüreğim yanıyordu yüreğim…
Anneler neden ağlıyor? Anneleri neden ağlatıyorlar? Çocuklar niye ölüyor? Anneler neden aklını yitiriyor?
Meslek hayatım boyunca hep bunları sorguladım…
Not: "Ağlama Anne" adlı kitabımdan bir bölüm.